10484,77%-1,35
42,33% 0,19
49,30% 0,09
5516,99% -2,45
9210,19% -3,00
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle Boğaziçi Kültür Sanat Vakfı tarafından gerçekleştirilen 13. Boğaziçi Film Festivali bugün hem Filistin hem sinema adına duygu dolu anlara sahne oldu. Festivalin Filistin Özel Seçkisi’nde yer alan “All That’s Left of You” filminin oyuncusu “Saleh Bakri”, Atlas Sineması’ndaki gösterimin ardından katıldığı söyleşide sinemaseverlere, “Umarım ben de bir gün sizleri, Filistin’deki bir film festivalinde ağırlarım.” diye seslendi. Oyuncu, Batı Şeria’daki bir protestoya katılan Filistinli bir genci canlandırdığı film hakkında “Senaryoyu okuduğumda bir şey, kalbime ve ruhuma dokundu. Bu acıyı, yaratıcı bir şekilde yansıtmak istedim. Filmi şimdi ikinci kez izledim ve yine ağladım. Ama ailem orada olduğu için değil acıya dalabildiğimizi gördüğüm için.” diye konuştu. “Filistin’e geri döneceğiz çünkü bunu hak ediyoruz” Hem bu film hem de oyuncunun yer aldığı ve festivalin açılış filmi olan “Filistin 36”nın çekimleri, 7 Ekim sonrası gelişmelerden etkilenmiş ve Filistin’de hazırlanan çekim mekânları iptal edilip setler, Ürdün’e taşınmıştı. Bakri; o dönemi şöyle anlattı: “Filmi tabii ki Filistin’de çekmek isterdik; tam da film, memleketten ve evden bahsediyorken. Çünkü memleket de bir karakter; hikayemizin bir parçası. ‘Evimiz’ dediğimiz yerde yaşayamamamız, hikâyemizin bir parçası. Sıkıntılar, mücadele, neyin yasal olup olmadığı her zaman konuşulacak; bugün yaşanan tüm acılar, buna değecek. Ürdün’de Gazze adlı bir mülteci kampı olduğunu öğrendim. 1967’de sürülmüş insanların yaşadığı, içler acısı bir mülteci kampı. Yine buranın yakınlarında, 1948’ de kurulmuş bir mülteci kampı vardı. 1948’de sürülen mülteciler eve dönmeyi beklerken 1967’de yeni bir dalga geliyor!” Sanat ve direnişin iç içe geçtiği Filistin örneğini değerlendiren oyuncu; sözlerini şu şekilde tamamladı: “Filmdeki karakterim Salim’e; ‘buraya geri döneceğiz’ diye bağırmak istiyorum; ‘Geri döneceğiz; çünkü bunu hak ediyoruz’. Umarım ki bir gün özgür Filistin’i görürüz ve orada uluslararası bir film festivali olur. Ben de sizleri oraya davet ederim.” Uluslararası Yarışma’da aile hikâyeleri Festivalde bugün, Uluslararası Uzun Metraj Yarışması’ndaki üç filmin ekipleri, söyleşilerde seyirciyle buluştu. Atlas Sineması’ndaki gösterimin ardından “Whisper My Name” filminin yönetmeni Rasoul Sadrameli, sahnedeydi. Kızının doğum gününü kutlamak için akıl hastanesinden kaçan Hüsrev ve kızı Ziba arasındaki ilişkiyi beyazperdeye taşıyan filmin yönetmeni; “Gençler üzerine yaptığım, altıncı filmim bu. Gençler hakkında daha fazla film yapılması gerektiğini düşünüyorum.” diye konuştu. Sosyoloji eğitimi ve gazetecilik kariyerinin de etkisiyle gerçekçi filmler yaptığını ve kendisini; yönetmenden çok gazeteci olarak gördüğünü söyleyen Sadrameli; “Sinemanın en büyük etkisi; tam gerçeği değil ama gerçeğe en yakın olanı yansıtmasıdır.” dedi. Hüsrev karakterini canlandıran Amin Hayai’nin, rolüne hazırlanmak için, bir akıl hastanesinde yirmi gün yaşadığını söyleyen yönetmen; “Aslına bakılırsa dışarıdakiler, içerdekilerden daha hasta.” dedi. İran sinemasının beslendiği kaynaklara dair bir soruya yönetmenin verdiği cevapsa adeta bir aforizmaydı: İran sineması, büyük yönetmenlerin çabalarıyla beslenir; çünkü onlar, bunu, meslek olarak değil aşk olarak görüyorlardı.” Atlas Sineması’ndaki diğer Uluslararası Uzun Metraj Yarışma filmi söyleşisi; “The Love That Remains”e aitti. Hlynur Palmason’un yönettiği ve bir aile travması olabilecekken şifalanma yolunda ilerleyen filmin söyleşisine; ses tasarımcısı Björn Viktorsson katıldı. Çekimlerden önce yönetmenin; görüntüler, müzik ve sesle ilgili bütün fikirlerini detaylı olarak paylaşmasından dolayı tüm ekibin, işini en iyi şekilde yapabildiğini söyleyen Viktorsson, filmin adı hakkındaki bir soru üzerine şunları söyledi: “Bunu sormak için doğru insan değilim belki de ama yine de bana göre filmin kendisi, hayata dair bir memnuniyet ve şükretmekle ilgili; bunun içinde sevgi de var. Tabii bu, benim bakış açım; yönetmeninkini bilmiyorum.” Uluslararası Uzun Metraj Yarışma filmlerinden “Where Do We Begin?”in söyleşisi ise yapımcısı Dawid Szurmiej’in katılımıyla Cinema Pink’te gerçekleşti. Szurmiej; zorlu bir aile hikâyesi olan filmi şöyle yorumladı: “Biliyorum ki insanlar, yüzleşilen sorunları çok konuşmaz; içlerinde tutarlar. Biz de seyircinin bu duyguyu yakalaması ve bu sayede bundan kurtulmasını istedik. On iki gün süren çekimlere, ekipteki herkes kendinden bir şeyler kattı. Harika bir ekip ve harika bir çabaydı.” Çekimlerde zorlandıkları tek yerin, intihar sahnesi olduğunu belirten Szurmiej, şunları söyledi: “İntihar sahnesinde çekime katılmadık çünkü bizim için ağırdı. Yönetmen de ben de babamızı kaybettik ve kaybetmenin acısını biliyoruz. Aktör, kendini ahıra kilitledi, kamerayı kurdu ve çekime başladı. Biz sadece sesi takip edebildik ve sadece ağladık o çekim boyunca. Unutmayacağım bir deneyimdi.” “Savaş bittiğinde mücadele bitmiyor” 13. Boğaziçi Film Festivali’nin bugünkü konukları arasında Ulusal Belgesel Yarışma’dan da üç ekip vardı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan en büyük soykırımın yaşandığı Bosna’dan, kişisel olduğu kadar evrensel bir hikâye; Sena ninenin portresi “Nena Sena”, AKM Yeşilçam Sineması’ndaydı. Sena ninenin torunu olan yönetmen Dino Ömeroviç, gösterim sonrası soruları cevapladı. Göç teması üzerinden aidiyet meselesini ele almak istediğini söyleyen yönetmen; filmle ilgili olarak şunları söyledi: “Türkiye’de doğdum, burada beni büyüten kişi, anneannemdi. Onun, Bosna’ya dönüş süreci, eski evine sahip olması, beni etkiledi. Evine, yasadışı bir şekilde, bir başkası yerleşiyor ve biz geri almaya çalışıyoruz. Kişisel deneyimler, mücadeleler farklılık gösterebilir ama bu, o coğrafyanın bir travması. Mesela, Filistin’de olduğu gibi, savaş devam ederken bu travmalar, kayıplar konuşulur ama savaş bittikten sonra da bir mücadele var; o yüzden eve dönmek için verilen mücadeleyi anlatmak istedim.” Ömeroviç, çekim süreci hakkında ise şu bilgileri verdi: “Tamamen akışa bıraktım. Beş günlük süre içerisinde yaşanan şeylere hiç karışmadım ve onun yoluna çıkmadım. Kontrol mekanizması kurmadım yönetmen olarak ve ona bir alan yaratmaya çalıştım. İlk gün aslında deneme- yanılma gibiydi; onun rutinini çözmem gerekti. Ne kadar tanıdık olsam da film matematiğine oturtmam için bir süre onu gözlemlemem gerekti. Sonrasında onun sabahını akşamını iyice anladım ve kamerayı nereye, nasıl koyacağımı kararlaştırıp ona açtığım alanda ben de çekim yapabildim.” Ömeroviç; filmi anneannesine izlettiğini ancak anneannesi demans hastası olduğu için filmi hatırladığından emin olamadığını sözlerine ekledi. Ataerkile direnen marjinal bir karakter: Mikail Yazdığı, kurguladığı, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği “Kavak Ağacının Gölgesinde” belgeseliyle Kenan Diler, AKM Yeşilçam Sineması’ndaki gösterim sonrasında seyircilerin sorularını cevapladı. Belgeselin odak noktası olan hem görünüşü hem de tavırlarıyla marjinal bir imaj çizen, asıl amacı ise kendisini ve babasının ikinci eşi olan annesini, bölgenin ataerkil, aşiretçi ve katı geleneksel yapısından soyutlamak olan Mikail hakkında yönetmen, şunları söyledi: “Mikail’i 2018’de tanıdım. O sırada aklımda mikro milliyetçilikle ilgili bir şeyler yapmak vardı. Yaşadığım topraklardaki o ataerkil yapının kadınları baskılama durumu beni, küçüklükten beri kızdırmıştır. Beş kadınla büyüdüm ve o beş kadının, hayatım boyunca hiç oturmadıklarına şahitlik ettim; sürekli yemek, çay, misafir ağırlama... Bunları gördükçe içimde öfke birikti. Mikail’le karşılaştığımızda şunu fark ettim: Mikail aslında orada yaşayan insanlar olarak bizim, içimizde beslediğimiz öfkeyi, insanların yüzüne söyleyemediğimiz şeyleri, çekinmeden sakınmadan haykırıyor.” Oba kültürünün son temsilcilerinden Ayşe ve Mehmet Ali Tekel çiftinin, tabiatla çevrili ve aynı ritimde süregiden hayatlarına objektif tutan “Mukaddes” filminin yönetmeni Lütfi Öz; oba kültürüne aşina biri olarak böyle bir projenin uzun zamandır aklında olduğunu söyledi. Öz; “Torbalı’da yakın bir dostum bana, böyle bir çift tanıdığını söyledi. Ayşe teyze ve Mehmet Ali amca gerçekten 87 yıldır dağlardalar; ormanlar, onların evi. Ben de duyunca hemen tanışmak ve çekim yapmak istedim; belgesel böylece başlamış oldu.” diye konuştu. “Bedri Rahmi Eyüboğlu: Toprağın Sırrına Erenler” belgeseli ise bugün Özel Gösterim kapsamında AKM Yeşilçam Sineması’nda perdedeydi. Filmin ardından söyleşiye katılan yönetmen Ali Kemal Pasiner; belgeselin hayata geçişinin ilginç öyküsünü şöyle paylaştı: “Bedri Rahmi'nin Kalamış'taki evinde gerçekleşen yazma festivallerine gençler olarak gittiğimiz bir dönemde torun Rahmi Eyüboğlu'yla tanıştık. O dönem belediye için düşünülen çekimler bana teklif edildi; ben de zaten bunun için yanıp tutuşuyordum. Fakat belediyede yönetim değişince görüntülerin elimizde kalmaması için bunu genişletip belgesel haline getirmeyi önerdim; seve seve kabul ettiler. Belgeselin yönetmenliğinin yarısı bana yarısı Bedri Rahmi Eyüboğlu'na aittir; çünkü görüntülerin çoğu, onun, kendi kamerasıyla çektiği görüntüler. Kimi 30, kimi 20, kimi ise 5 saniye sürüyor. Bizim yaptığımız çekimlerin hepsi onun evinde gerçekleşti. Hatta Ara Güler kızmıştı; ‘ben yaşlı başlı adamım, beni niye getirdiniz bu eve’, diye. Kamera açılarımıza da kızmıştı ama kendimizi açıklayınca anladı, kabul etti.” T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteği, Turkcell ve Türk Hava Yolları’nın ana sponsorluğu, TRT’nin Kurumsal İş Ortaklığı, Anadolu Ajansı’nın Global İletişim Ortaklığı, Türkmedya’nın ana medya sponsorluğu, TV Plus ve İGA Pass sponsorluğunda gerçekleşen “13. Boğaziçi Film Festivali” ile ilgili tüm bilgilere www.bogazicifilmfestivali.com adresinden ve festivalin resmî sosyal medya hesapları üzerinden erişilebilir.