İnsanlık tarihinin en temel ahlaki sorunlarından biri, bireylerin ya da toplulukların kendi mutluluklarını başkalarının acıları üzerine kurma eğilimidir. Bu eğilim, yalnızca bireysel bir ahlak sorunu değil; aynı zamanda toplumsal eşitsizliklerin, yapısal adaletsizliklerin ve süreklilik kazanan çatışmaların da başlıca nedenlerinden biridir. Başkalarının yaşam hakkını yok sayan, varlıklarını değersizleştiren ve onları yalnızca araçsallaştıran bu anlayış, insanlığın ortak vicdanına yönelmiş sistematik bir ihlal niteliği taşımaktadır.
Tarihsel deneyimler, bu zihniyetin kurumsallaşmış biçimlerini açıkça ortaya koymaktadır. Kölelik pratiği, insanın insan üzerindeki tahakkümünün en görünür ve en çıplak örneklerinden biri olarak, insanlık tarihine derin bir utanç mirası bırakmıştır. Köle pazarlarında insanlar, alınıp satılan metalar hâline getirilmiş; bedenleri ve yaşamları üzerinde hiçbir söz hakkına sahip olmamışlardır. Kıtalar arası sürgünler, zorla çalıştırma ve mutlak itaat ilişkisi, insanın özne olmaktan çıkarılıp bir üretim aracına indirgenmesinin kurumsal ifadesi olmuştur. Bu tarihsel tecrübe, insan onurunun yok sayıldığı bir mutluluk tasavvurunun ne denli yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini açıkça göstermektedir.
Bu bağlamda, kendi mutluluğunu başkalarının mutsuzluğu pahasına kurmaya çalışan zihniyet, yalnızca mağdur ettiği kesimlerle değil, insanlığın evrensel etik değerleriyle de çatışma içindedir. Bu anlayış; başkalarının acılarını, yoksunluklarını ve temel hak ihlallerini görünmez kılarak, kendisini meşrulaştırmaya çalışır. İnsanların doğuştan sahip olduğu hakları sorgulama yetkisini kendinde gören bu yaklaşım, eşitlik ilkesini reddeder ve hiyerarşik bir toplum düzenini normalleştirir. Böylece köle–efendi ilişkisi, tarihsel biçim değiştirse dahi, zihinsel ve yapısal düzeyde varlığını sürdürür
Bu zihniyetin egemen olduğu toplumsal yapılarda, küresel ve bölgesel ölçekte savaşların sona ermemesi, çatışmaların süreklilik kazanması ve açlık ile yoksulluğun derinleşmesi tesadüf değildir. Ekonomik ve siyasal güç belirli ellerde yoğunlaştıkça, zengin ile yoksul arasındaki mesafe daha da açılmakta; küçük bir azınlığın refahı, geniş kitlelerin yoksunluğu üzerine inşa edilmektedir. Böyle bir düzende mutluluk, evrensel bir insan hakkı olmaktan çıkarak ayrıcalıklı bir statüye dönüşmektedir.
İnsanların kimlikleri, inançları, dilleri ve kültürel aidiyetleri üzerinden yargılanması ise bu eşitsizliğin meşrulaştırıcı araçlarından biridir. Elitist ve tahakkümcü bakış açısı, farklılıkları bir zenginlik olarak değil, kontrol edilmesi gereken bir tehdit olarak görür. “Makbul” kimliklerin tanımlanması, “doğru” inançların belirlenmesi ve bu sınırların dışında kalanların etiketlenerek dışlanması, baskı mekanizmalarının temelini oluşturur. Bölücü, ayrılıkçı, çağdışı ya da feodal gibi etiketler, çoğu zaman eleştirel düşünceyi bastırmanın ve toplumsal itirazı etkisizleştirmenin araçları olarak kullanılır
Bu zihniyete sahip olanlar için eşitlik, özgürlük ve insan onuru kavramları soyut ve ikincil değerlerdir. Kendilerini üstün, karşılarındakileri ise alt bir kategori olarak konumlandırırlar.
Başkalarının hak talebini, kendi ayrıcalıklarından bir kayıp olarak algılarlar. Bu nedenle, dokunulmaz kabul edilen yalnızca kendi kutsallıkları ve sınırlarıdır
Oysa bu yaklaşım, güçlü bir bilinçten değil; aksine kırılgan, yoksul ve bencil bir dünya görüşünden beslenmektedir. İnsan, başkasının varlığını tehdit olarak değil, ortak insanlık paydasının bir parçası olarak görebildiğinde, kimlikler üzerinden kurulan bu utanç verici hiyerarşiler anlamını yitirir.
Kendisinden başka kimsenin hak ve değer sahibi olabileceğini kabul etmeyen her yaklaşım — açık ya da örtük biçimde — ayrımcı ve ırkçı bir nitelik taşır.
Çoğu zaman bu durumun farkında olunmaz; çünkü hakları tanımlama ve dağıtma yetkisinin yalnızca belirli gruplara ait olduğu varsayılır. Oysa hiçbir insanın doğuştan sahip olduğu haklar, bir başkasının onayına, rızasına ya da lütfuna bağlı değildir.
Bu noktada, Thomas Hobbes’un “insan insanın kurdudur” önermesi, insanın insana reva gördüğü zulümleri açıklamak açısından çarpıcı bir tespit olarak karşımıza çıkar. Sürgünler, zindanlar, işkenceler ve ölümler; insanın kendi mutluluğu uğruna başka insanları araçsallaştırmaktan çekinmediğinin tarihsel kanıtlarıdır.
Bu nedenle şu sorular kaçınılmazdır:
Bir insan, sahip olduğu kimlik ya da aidiyet nedeniyle dışlanabilir mi?
Kimlik, bir bireyin mutsuzluğunun gerekçesi hâline getirilebilir mi?
İnsan, kimliği, ırkı ya da rengi nedeniyle işkenceye ve baskıya maruz bırakılabilir mi?
İslam düşüncesinde ve birçok inanç sisteminde bu sorulara verilen yanıt nettir:
Kendin için istediğini başkası için de istemedikçe, adalet ve iman eksik kalır.
Hak ve adalet, bir denge ve ölçü meselesidir. Bu nedenle hak ve özgürlükler; milliyetçi, etnik ya da üstünlükçü söylemlerle sınırlandırılamayacak kadar evrensel değerlerdir. İnsanlar, onur ve hak bakımından eşit ve özgür doğarlar.
Sonuç olarak, insanların farklılıklarını bastırarak, emeklerini sömürerek ve acılarını görünmez kılarak kurulan hiçbir mutluluk anlayışı, insani ve sürdürülebilir değildir. Başkalarının gözyaşları, inkârları ve acıları üzerine inşa edilen her mutluluk düzeni, er ya da geç çökmeye mahkûmdur. Kendi mutluluğu dışında başkasının mutluluğunu istemeyen bir zihniyet, insanlığa utançtan başka ne bırakabilir ki...…

