Şehrin en yüksek binasının girişinde bir saat vardı. Devlete aitti. Resmîydi. Sessizdi. Ve yıllardır geri kalıyordu. Kimse açıkça söylemezdi ama herkes bilirdi: Saat geri kaldıkça ülkede bazı şeyler ilerliyormuş gibi görünür, bazı şeyler ise hiç yaşanmamış sayılırdı. Kayıplar “belirsiz”, yoksulluk “geçici”, adaletsizlik “istisna” olurdu. Saat neyi göstermiyorsa, o yaşanmamış kabul edilirdi. Bir gece temizlik görevlisi Hasan, saatin altını silerken fark etti: Saat aslında bozuk değildi. Bilerek ayarlanmıştı. Ertesi gün bir genelge yayımlandı: “Zamanla ilgili söylenti ve spekülasyonlar kamu düzenini bozmaktadır.” Hasan işten çıkarıldı. Ama saat o gece kendi kendine çalıştı. Önce geriye doğru gitti. Darbeleri, yasakları, kaybolan dosyaları gösterdi. Sonra ileri sıçradı. Çocuk işçileri, yıkılan evleri, susturulan cümleleri… Saat her vurduğunda bir şey görünür oluyordu. Televizyonlar kesildi. Meydanlar kapatıldı. Uzmanlar çağrıldı. “Teknik arıza,” dediler. “Halk paniğe kapılmasın.” Ama halk çoktan hatırlamaya başlamıştı. Bir anne saat vurduğunda oğlunun neden dönmediğini anladı. Bir işçi, yoksulluğun kader olmadığını fark etti. Bir memur, imzaladığı kâğıdın bir hayatı kararttığını hatırladı. Devletin saati durduruldu. Ertesi gün yeni bir saat asıldı. Daha büyük. Daha parlak. Üzerinde şu yazıyordu: “Zaman bizden sorulur.” Ama insanlar artık bileklerine bakmıyordu. Çünkü bazı ülkelerde saat çalışmaz. Ama zaman… Bir gün mutlaka konuşur.

