Eveli ve âhiri olmayan Hakk Güneşi'nin, Muhammedî prizmasından süzülen sonsuz gökkuşağı renklerine muhatap olan dört halife... Dördü de o yüce sancağı taşımış, dördü de şehadet şerbetini içerek Beka âlemine göç etmiştir. Sonrasında bu kutlu sancak; Emevîler’in, ardından Abbâsîler’in ellerine geçmiş, nihayetinde bize — Oğuz’un 24 boyundan biri olan Kınık Boyu’na, yani Selçuklulara — tevdi edilmiştir. Üç asra yakın bir süre ellerimizde taşıdık bu emaneti. Ardından Kayı Boyu’ndan Osman Bey’le birlikte Devlet-i Âlî kuruldu ve sancak, altı asır boyunca bizde kaldı. Bu sancak, sadece bir bayrak değil; adaletin, merhametin, vakar ve ilmin simgesiydi. Üç kıtada hükmeden bir cihan devleti olarak zulmün değil, hakkın temsilcisi olduk. Endülüs’te katledilen Yahudiler bize sığındı. Atamız Yavuz Sultan Selim (Velî Selim) onları bağrımıza bastı, Selanik’e, Şişli’ye yerleştirdi. Ancak tarih tek çizgiden ilerlemez. Zamanla içimizde, Sebatay Sevi’nin izinden gidenler çoğaldı. İsmini, kılığını, konuşmasını bizim gibi yapan bu "dönmeler", hamam böceği gibi köşelere sindiler, hâlâ aramızdalar. Cumhuriyet döneminde, Mustafa Kemal’in yakınındaki romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun öncülüğünde, Balkanlardan getirilen 400 bin Yahudi Karaköy'de boşaltılan hanlara, hamamlara, işhanlarına yerleştirildi. Onlar da zamanla isimlerini, cisimlerini değiştirerek aramızda yer buldu. Ancak asıl niyetleri hiç değişmedi: Hayalleri olan "vadedilmiş topraklar" için çalıştılar ve hâlâ çalışıyorlar. Sancağımız bin yıl bizim elimizdeydi. Dört yüz yıl Arap’ta kaldı. Şimdi düştüğü yerden kalkacaksa, inşallah bizim ellerimizle kalkacaktır. Sancak yerde kalmaz!