Müminun Suresi’nin 14. ayeti bizlere insanın yaratılış serüvenini bir mucize olarak anlatır: “Sonra o damlacığı asılıp tutunana dönüştürdük. Asılıp tutunanı bir çiğnemlik et haline getirdik…” (Sadakallahülazim).
Bundan 1400 yıl önce indirilen Kur’an-ı Kerim, insanın anne rahmindeki gelişim evrelerini öylesine detaylı anlatır ki, modern bilimin yeni keşfettiği hakikatleri yüzyıllar öncesinden gözler önüne serer. Bu, Kur’an’ın hem ilahi bir nur hem de her çağın hakikati olduğunun en açık delillerinden biridir.
Kur’an, yalnızca bir kitap değil; zamanı geldikçe cevherleri açığa çıkan, ilimle, hikmetle ve nurla dolu bir hakikat denizidir. Peygamber Efendimiz’in (sav) vahiy yoluyla bildirdiği bu hakikatler, bugün bilim laboratuvarlarında, teleskoplarda, mikroskoplarda yeniden doğrulanmaktadır.
Fakat bizler, bize verilen en büyük hazineyi çoğu zaman fark edemiyoruz. Cenâb-ı Hak cennetleri, kainatı dahi insana boyun eğdirmişken; karşılığında alınmayan tek şey akıldır. Çünkü akıl, insanın özü, en değerli cevheri, sonsuz ve hudutsuz düşünme yeteneğidir. İşte bu cevher, bizi diğer mahlukattan ayıran, bizlere "eşref-i mahlukat" sıfatını kazandıran en büyük nimettir.
Bugün kendi köklerinden, kendi öz cevherinden beslenmeyen; başkasının medeniyetine öykünen, kendi tarihini görmezden gelen bir topluma dönüşmemizin sancısını yaşıyoruz. Oysa biz, Aliyyü’l Veliyyullah’ın, Alparslan’ın, Fatih’in, Selahaddin Eyyubi’nin mirasçılarıyız. Onların gözüyle dünyaya bakabilsek, kumdan kaleler yapmak yerine, kalıcı medeniyetler inşa eden, düşmanına esir olmayan bir millet olarak ayağa kalkabiliriz.
Unutmayalım: Kur’an bize sadece ibadetin değil, aklın da yolunu gösterir. Onun nurunda yürüyen milletler asla esir düşmez.