Harun Değer


Tevrat’tan Jeopolitiğe: İsrail’in Ortadoğu Tasavvuru ve Yaklaşan Fırtına

zeminini oluşturmaktadır. Bu nedenle İsrail’in Ortadoğu’daki birçok krize yaklaşımı, yangını söndürmekten ziyade onu yönetmeye ve yönlendirmeye odaklanmaktadır.


Ortadoğu’yu anlamak için yalnızca tarih bilmek ya da haritalara bakmak yetmez. Bu kadim coğrafyada yaşananları doğru okumak, geleceğe dair sağlıklı öngörülerde bulunabilmek için dinin, inancın ve kutsal metinlerin siyaseti nasıl şekillendirdiğini de görmek gerekir. Çünkü Ortadoğu’da din, çoğu zaman siyasetin arkasında değil, tam merkezinde durur. Devletlerin kuruluş felsefelerinden savaşların gerekçelerine, barış süreçlerinden yıkım projelerine kadar her şey, bir şekilde kutsal bir referansla meşrulaştırılır. İsrail Devleti bu gerçekliğin en belirgin örneklerinden biridir. Modern bir ulus-devlet olarak kurulmuş olsa da İsrail, kendisini kadim Musevi kültürü ve dini üzerine inşa edilmiş bir yapı olarak tanımlar. Bugün İsrail’in toplumsal hukukundan eğitim sistemine, güvenlik anlayışından dış politikasına kadar birçok alanda Tevrat (Torah) referanslarının giderek daha görünür hale geldiğini görmek mümkündür. Bu durum, İsrail’in Ortadoğu’daki rolünü sıradan bir devlet refleksiyle açıklamayı imkânsız kılar. Musevi kutsal metinlerinde yer alan “Arz-ı Mevud” yani vaat edilmiş topraklar anlayışı, İsrail siyasetinin arka planında her zaman var olmuştur. Bu anlayış, bazı çevrelerce sembolik bir tarih anlatısı olarak görülse de, özellikle dini-milliyetçi akımlar tarafından somut ve siyasi bir hedef olarak okunmaktadır. Tevrat’ta yer alan toprak vaatleri, kıyamet senaryoları, Mesih beklentisi ve Armagedon anlatıları, günümüz İsrail siyasetinde yalnızca teolojik tartışmalar değil; stratejik ufku besleyen ideolojik kaynaklar haline gelmiştir. Bugün İsrail’de sağ ve aşırı sağ siyaset, bu dini referansları açık biçimde siyasal dile tercüme etmektedir. Yerleşim politikalarından Kudüs’ün statüsüne, Filistin meselesinden bölgesel askeri operasyonlara kadar pek çok başlıkta Tevrat merkezli bir meşruiyet dili kullanılmaktadır. Özellikle 1967 sonrası dönemde güç kazanan dini Siyonist hareketler, toprağı yalnızca güvenlik alanı değil, ilahi bir emanet olarak görmektedir. Bu anlayış, İsrail’in sınırlarının sabit olmadığı, tarihin ve kutsal metinlerin belirlediği bir “doğal genişleme alanı” olduğu fikrini beslemektedir. Bu noktada Benyamin Netanyahu’nun liderliği ayrı bir yerde durur. Netanyahu, bir yandan modern güvenlik devletinin temsilcisi gibi davranırken, diğer yandan dini-milliyetçi bloklarla kurduğu ittifak sayesinde Tevrat referanslı bir siyaseti normalleştirmiştir. ABD’nin güçlü ve çoğu zaman koşulsuz desteğiyle İsrail’in bölgesel hedeflerini adım adım hayata geçirdiği yönündeki kanaat, Ortadoğu’da artık yaygın bir kabuldür. İsrail, yalnızca kendini savunan bir aktör değil; Ortadoğu’ya yeni bir düzen ve nizam verme iddiasında olan bir güç olarak hareket etmektedir. Bu yeni düzen tasavvuru, mevcut sınırların ve devlet yapıların kalıcı olmadığı varsayımına dayanır. Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin coğrafyasında yaşanan uzun süreli istikrarsızlıklar, yalnızca iç dinamiklerle açıklanamaz. İsrail’in güvenlik doktrini, çevresinde güçlü ve merkezi devletler yerine parçalı, kırılgan ve kontrol edilebilir yapılar görmeyi tercih eder. Bu tablo içinde hiçbir İslam ülkesi kendini bütünüyle güvende hissedemez. Bu sürecin en kritik uluslararası ayağını ise Evanjelist Hristiyanlar oluşturmaktadır. Özellikle ABD’de son derece etkili olan Evanjelist hareketler, İsrail’i stratejik bir müttefikten öte, ilahi bir planın merkezindeki aktör olarak görmektedir. Evanjelist teolojiye göre İsrail’in

güçlenmesi, Kudüs’ün statüsü ve Ortadoğu’daki büyük savaşlar, Hz. İsa’nın ikinci gelişi öncesinde yaşanması gereken ilahi senaryonun parçalarıdır. Bu nedenle İsrail’e verilen destek, yalnızca siyasi değil, teolojik bir görev olarak algılanmaktadır. İsrail ile Evanjelist Hristiyanlar arasındaki bu simbiyotik ilişki, Ortadoğu’daki çatışmaları sıradan güç mücadelelerinin ötesine taşımaktadır. Bir yanda Tevrat merkezli Musevi mesihçiliği, diğer yanda İncil temelli Evanjelist kıyametçi okumalar, bölgeyi adeta kutsal bir hesaplaşma sahasına dönüştürmektedir. Böyle bir denklemde uluslararası hukuk, diplomasi ve rasyonel müzakere giderek anlamını yitirmektedir. Türkiye bu tablo içinde kritik ve hassas bir konumdadır. İsrail ile Türkiye arasında geçmişte dönemsel iş birlikleri ve gerilimler yaşanmış olsa da, bugün iki ülke arasında derin bir menfaat çatışması mevcuttur. Özellikle Suriye coğrafyası, bu çatışmanın en somutlaştığı alandır. İsrail’in Suriye’deki askeri operasyonları, Türkiye’nin güvenlik kaygıları ve bölgesel nüfuz alanlarıyla doğrudan kesişmektedir. Bu menfaat çatışmasının fiili bir çatışmaya evrilmeyeceğine dair kesin bir garanti vermek mümkün değildir. Dahası, Arz-ı Mevud anlatılarında zikredilen toprakların bir kısmının bugünkü Türkiye sınırlarını da kapsadığı yönündeki yorumlar, meseleyi Türkiye açısından daha da hassas hale getirmektedir. Bu tür dini referanslar bugün resmi diplomatik metinlerde açıkça yer almasa da, ideolojik arka plan olarak canlılığını korumaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin İsrail’i yalnızca güncel siyasi hamleleriyle değil, onun dini ve ideolojik tasavvuruyla birlikte okuması hayati önem taşımaktadır. Ortadoğu’da bugün yaşanan her kriz, çoğu zaman sürpriz gibi sunuluyor. Oysa yaşananlar, uzun süredir adım adım örülen büyük bir tahayyülün sahadaki yansımalarıdır. İsrail’in Ortadoğu vizyonu; Tevrat referansları, Mesih beklentisi, Evanjelist destek ve modern jeopolitiğin iç içe geçtiği karmaşık bir yapı üzerine kuruludur. Bu yapıyı doğru okumadan ne barışı tesis etmek mümkündür ne de yaklaşan fırtınaları önceden görmek. Bugün yapılması gereken, Ortadoğu’ya romantik sloganlarla ya da günübirlik reflekslerle bakmak değil; bu coğrafyanın inanç kodlarını, kutsal metinlerini ve bunların siyasetle kurduğu ilişkiyi soğukkanlı biçimde analiz etmektir. Aksi halde, her yeni çatışma bizi şaşırtmaya devam edecek; oysa şaşırmamız gereken şey, bu kadar açık işaretlere rağmen hâlâ hazırlıksız oluşumuzdur. Buraya kadar çizilen tablo, İsrail’in Ortadoğu’daki varlığının yalnızca askeri güç veya diplomatik manevralarla açıklanamayacağını açıkça göstermektedir. İsrail için güvenlik, çoğu zaman teolojik bir zemine oturur; siyaset ise bu zeminin üzerinde şekillenir. Mesih beklentisi, Yahudi geleneğinde her zaman var olan bir inanç olmakla birlikte, modern dönemde özellikle dini Siyonist çevreler tarafından siyasi bir motivasyon kaynağına dönüştürülmüştür. Toprağa hâkim olmanın, sınırları genişletmenin ve Kudüs merkezli bir düzen kurmanın Mesih’in gelişini hızlandıracağına dair inanç, bugün İsrail siyasetinin bazı damarlarında açıkça hissedilmektedir. Bu mesihçi ufuk, İsrail’in gelecek tasavvurunda belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu tasavvurda Ortadoğu, mevcut haliyle nihai bir düzen değil; yeniden şekillendirilecek, dönüştürülecek ve kontrol altına alınacak bir alandır. Devletlerin parçalanması, sınırların anlamsızlaşması ve toplumların sürekli bir kriz hâlinde tutulması, bu büyük tasarımın

zeminini oluşturmaktadır. Bu nedenle İsrail’in Ortadoğu’daki birçok krize yaklaşımı, yangını söndürmekten ziyade onu yönetmeye ve yönlendirmeye odaklanmaktadır. Bu noktada Evanjelist Hristiyanlarla kurulan ittifak, yalnızca taktiksel bir ortaklık değildir. ABD’de milyonlarca insanın inanç dünyasında İsrail’in özel bir yere sahip olması, Washington’un Ortadoğu politikalarını doğrudan etkilemektedir. Evanjelist teolojiye göre İsrail’in güçlenmesi, Kudüs’ün tek ve bölünmez bir başkent hâline gelmesi ve Ortadoğu’da büyük çatışmaların yaşanması, ilahi takvimin bir parçasıdır. Bu inanç, İsrail’e verilen desteği sorgulanamaz ve vazgeçilmez kılmaktadır. İşte bu yüzden Ortadoğu’daki birçok savaş, yalnızca petrol, enerji hatları ya da jeopolitik çıkarlarla açıklanamaz. Bu savaşların arka planında, kutsal metinlerden beslenen bir “yeni dünya düzeni” tahayyülü bulunmaktadır. Bu tahayyülde güç, hukukla değil kaderle; sınırlar ise uluslararası anlaşmalarla değil ilahi vaatlerle belirlenmektedir. Böyle bir zihniyetle yürütülen siyaset, kaçınılmaz olarak çatışmayı sürekli kılar. Türkiye açısından mesele tam da burada düğümlenmektedir. Türkiye, tarihsel, coğrafi ve kültürel olarak Ortadoğu’nun merkez ülkelerinden biridir. Güçlü bir devlet geleneğine, büyük bir nüfusa ve bölgesel iddialara sahiptir. İsrail’in çevresinde güçlü devletler istemeyen güvenlik doktriniyle Türkiye’nin bölgesel rolü doğal olarak çakışmaktadır. Özellikle Suriye sahası, bu çakışmanın en riskli alanıdır. İsrail’in Suriye’deki askeri varlığı ve operasyonları ile Türkiye’nin güvenlik hassasiyetleri aynı coğrafyada karşı karşıya gelmektedir. Bu durum, Türkiye ile İsrail arasında doğrudan bir çatışma ihtimalini tamamen dışlamayı zorlaştırmaktadır. Bugün bu ihtimal düşük yoğunluklu gerilimler, örtülü mücadeleler ve diplomatik restleşmeler şeklinde yaşanıyor olabilir. Ancak ideolojik ve stratejik arka plan değişmedikçe, bu gerilimin ilerleyen aşamalarda daha sert biçimler almayacağını kimse garanti edemez. Üstelik Arz-ı Mevud anlatılarında yer alan coğrafi tasvirlerin bir kısmının Anadolu’yu da kapsadığı yönündeki yorumlar, meseleyi Türkiye açısından salt teorik olmaktan çıkarmaktadır. Bu tür iddialar bugün resmi söylemlerde yer almasa bile, zihin dünyasında yaşayan haritalar, sahadaki adımları belirleyebilir. Tarih, ideolojik hayallerin bir süre sonra siyasi projelere dönüştüğünün sayısız örneğiyle doludur. Bu yüzden Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin İsrail’i yalnızca güncel hamleleriyle değil, onun uzun vadeli dini ve ideolojik tasavvuruyla birlikte okuması zorunluluktur. Ortadoğu’da kalıcı bir barışın önündeki en büyük engel, kutsal metinlerden beslenen mutlakiyetçi siyaset anlayışıdır. Bu anlayış, uzlaşmayı değil hâkimiyeti; barışı değil nihai hesaplaşmayı hedefler. Bugün Ortadoğu’da yaşananları doğru okumak isteyenler için asıl mesele şudur: Bu coğrafyada sorun, yalnızca devletler arasında değil; dünya tasavvurları arasındadır. Bir yanda gücünü hukuktan ve çoğulculuktan alan bir düzen arayışı, diğer yanda ilahi seçilmişlik fikrine dayanan bir tahakküm anlayışı bulunmaktadır. İsrail’in Ortadoğu vizyonu, ne yazık ki çoğu zaman ikinci damarda şekillenmektedir. Bu nedenle her yeni kriz “beklenmedik” değil, aksine beklenen bir sonuçtur. Şaşırmamız gereken, yaşananlar değil; bu kadar açık ideolojik ve dini işaretlere rağmen hâlâ günübirlik okumalarla yetinmemizdir. Ortadoğu’da fırtına kopmadan önce rüzgâr hep eser. Mesele, o rüzgârı zamanında hissedip hissetmediğimizdir.

Yazarı Diğer Yazıları

Motul MotoGP ile Ortaklığını 2030'a Kadar Uzattı

Dört Kıta Ankara’da Buluştu: Dünya Othello Şampiyonları Belli Oldu

TÜRKİYE İŞ BANKASI İSTANBUL YARI MARATONU’NDA AVANTAJLI KAYIT ZAMANI

Fenerbahçe Kadın Voleybolu’na 1907 Fenerbahçe Derneği’nin Desteği Forma Göğsünde Sürüyor

'Bizim Çocuklar'ın Dünya Kupası play-off turundaki rakibi belli oldu

Hakemlerin bahis işlemleri tek tek ortaya çıkarıldı

Hyundai Motor Türkiye, Elektrikli Ailesiyle Yelken Yarışlarına Renk Kattı.

Millî Takımlarımızın Yeni Tedarik Sponsoru Erikli Oldu

TFF'den Eren Elmalı ve Metehan Baltacıya hak mahrumiyeti cezası

ASAŞ’tan Spora Bir Destek Daha: ASAŞ Voleybol Takımı Kuruldu

LİG TABLOSU

Takım O G M B Av P
1.GALATASARAY A.Ş. 16 12 1 3 24 39
2.TRABZONSPOR A.Ş. 16 10 1 5 14 35
3.FENERBAHÇE A.Ş. 15 9 0 6 18 33
4.GÖZTEPE A.Ş. 16 8 3 5 10 29
5.BEŞİKTAŞ A.Ş. 16 7 4 5 7 26
6.SAMSUNSPOR A.Ş. 16 6 3 7 4 25
7.GAZİANTEP FUTBOL KULÜBÜ A.Ş. 16 6 5 5 -2 23
8.RAMS BAŞAKŞEHİR FUTBOL KULÜBÜ 16 5 6 5 5 20
9.KOCAELİSPOR 16 5 6 5 -3 20
10.CORENDON ALANYASPOR 16 3 4 9 -1 18
11.ÇAYKUR RİZESPOR A.Ş. 16 4 6 6 -3 18
12.TÜMOSAN KONYASPOR 15 4 7 4 -4 16
13.GENÇLERBİRLİĞİ 16 4 9 3 -4 15
14.KASIMPAŞA A.Ş. 16 3 7 6 -7 15
15.HESAP.COM ANTALYASPOR 16 4 9 3 -14 15
16.ZECORNER KAYSERİSPOR 16 2 6 8 -17 14
17.İKAS EYÜPSPOR 16 3 9 4 -11 13
18.MISIRLI.COM.TR FATİH KARAGÜMRÜK 16 2 11 3 -16 9