Osmanlı Devleti’nin çok uluslu yapısı ve zamanla siyasal-askerî gücünü yitirmesi, özellikle taşra bölgelerinde ortaya çıkan isyanları beraberinde getirmiştir. Bu isyanlar, imparatorluğun çözülme sürecine girmesiyle birlikte merkezî otoritenin güçlendirilmesini bir zorunluluk hâline getirmiştir. Bu doğrultuda II. Mahmut döneminde idari yapıda köklü reformlara gidilmiş; yerel güç odaklarını tasfiye etmek amacıyla merkezden atanan valiler aracılığıyla taşra yönetimi sıkı bir denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Bu adımlar, Osmanlı’nın daha katı ve güvenlikçi bir merkezî devlet anlayışına yönelmesinin başlangıcı olmuştur.
Osmanlı’ya bağlı etnik toplulukların —Sırplar, Yunanlar, Karadağlılar ve Araplar gibi— bağımsızlık talepleri, imparatorluk bünyesinde milliyetçilik eğilimlerini güçlendirmiştir. Özellikle Balkanlar’dan Anadolu’ya göç eden Türk nüfus, bu milliyetçi dalganın taşıyıcısı ve toplumsal tabanı hâline gelmiştir. Devletin çözülme sürecine girdiği bu dönemde merkezî otoriteyi tahkim etme ihtiyacı, güvenlikçi ve kontrolcü politikaların artmasına yol açmıştır.
Bu bağlamda II. Abdülhamid döneminde kurulan Hamidiye Alayları yalnızca askerî bir teşkilatlanma değil, aynı zamanda merkezî devlet refleksinin kurumsal bir tezahürü olarak değerlendirilmelidir. Bu yapıların temel amacı, sınır bölgelerinde devlet otoritesini tesis etmek ve merkezden bağımsız güç oluşumlarını denetim altında tutmaktı.
Ulus-devletlerin tarihsel olarak kaçınılmaz bir gerçeklik hâline geldiğini gören ve iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki, Osmanlı Devleti’ni milliyetçi bir forma eklemlemeye çalışmıştır. Bu doğrultuda geliştirilen politikalar; Rumların sürgün edilmesi, Ermenilerin tehciri ve Kürtlerin ülkenin iç bölgelerine zorunlu iskânı gibi uygulamalarla somutlaşmıştır. İttihat ve Terakki’nin devlet politikası hâline getirdiği bu uygulamaların önemli bir bölümü, Osmanlı bakiyesi olan Cumhuriyet’in de kurucu reflekslerine dönüşmüştür.
Merkezî otoriteye direnç gösterdiği, asker kaçaklarını ve kanun dışı unsurları barındırdığı gerekçesiyle Dersim özelinde geliştirilen politikalar da bu dönemde şekillenmiş; ancak siyasal ve askerî koşulların elverişsizliği nedeniyle uzun süre fiilî bir harekâta dönüştürülememiştir.
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte bu merkezî devlet anlayışı büyük ölçüde devralınmış ve süreklilik kazanmıştır.
Yeni rejim, merkezi zayıflattığı düşünülen ya da “uç” olarak tanımlanan siyasal ve toplumsal yapıları tasfiye etmeyi temel bir güvenlik politikası olarak benimsemiştir.
Siyasetin merkezde dizayn edilmesi, Türk siyasetini aynı zamanda dar bir alana hapsetme ve sınırlandırma politikasıdır. Bu yaklaşım, devletin kuruluş paradigmasının temel unsurlarından biridir.
Türkiye’de darbe mekanizmasının sık aralıklarla devreye sokulmasının arkasında da bu merkezî devlet anlayışı ve siyaseti belirli bir alan içinde tutma fikri yatmaktadır. Devlet, siyasal akımların tanımlanan sınırların dışına çıkmasına müsaade etmeyerek bağımsız iktidar odakları hâline gelmelerine izin
vermemiştir. Bu nedenle özellikle 1960’lardan itibaren ortaya çıkan radikal sol örgütler sistematik biçimde tasfiye edilmiştir. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Türkiye Komünist Partisi/Marksist- Leninist (TKP/ML) ve Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) gibi yapılar bu merkezî devlet refleksinin doğrudan hedefi olmuştur.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesi ile Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Sovyetler Birliği’nden dönüşlerinde bilinçli biçimde Trabzon’a yönlendirilerek akıbeti belirsiz bir yolculuğa sürüklenmeleri, bu yaklaşımın erken ve sembolik örneklerindendir. Bu isimlerin ortak paydası, komünist bir rejim talep etmeleri ve devletin merkezî yapısı açısından tehdit olarak algılanmalarıdır.
Bu mantık çerçevesinde Türkiye’de birçok siyasal elit ya uzun süreli hapis cezalarına çarptırılmış ya da sürgüne gönderilmiştir. Hikmet Kıvılcımlı, Nâzım Hikmet ve Kürt siyasal elitlerinin tasfiyesi, devletin merkezileşme anlayışının sembolik sonuçları olarak değerlendirilebilir
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında siyasal partilerin, derneklerin ve basının ağır baskı altına alınması; örgütlü yapıların dağıtılması ve siyasetin yeniden dizayn edilmesi, devletin siyaseti arzuladığı “merkeze çekme’’ çabasının en sert tezahürlerinden biri olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, bu dönüşümü gerçekleştirme konusunda tarihsel olarak oldukça mahir davranmıştır. Gerektiğinde alan açtığı ya da dolaylı biçimde kullandığı yapıları, işlevlerini tamamladıklarında tasfiye etmekten de geri durmamıştır. Bu çerçevede devlet ne radikal solun ne de radikal milliyetçi yapıların iktidar odağı hâline gelmesine izin vermiştir. Aşırı sağ ve aşırı sol partilerin Türkiye’de hiçbir zaman tek başına iktidar olamaması, bu merkezî denge politikasının bir sonucudur.
Benzer bir yaklaşım radikal İslamcı hareketler için de geçerli olmuştur. FETÖ’nün tasfiye edilmesi, Cemalettin Kaplan, İBDA-C ve Salih Mirzabeyoğlu öncülüğündeki yapılar, devlet tarafından radikalleşme potansiyeli taşıyan unsurlar olarak değerlendirilmiş ve baskı altına alınmıştır
Devlet, sağda ya da solda konumlanmasına bakmaksızın bu grupların üzerine giderek radikalleşmeyi pasifize etmeyi amaçlamış; bunu yaparken zaman zaman paramiliter güçlerden yararlanmaktan da kaçınmamıştır. Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri, 19–22 Aralık 2000 tarihlerinde gerçekleştirilen “Hayata Dönüş Operasyon’larıdır. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün de ifade ettiği gibi, bu operasyonlar bireysel değil, doğrudan devlet kararı olarak uygulanmıştır.
Devletin siyaseti merkezileştirme formasyonu siyasal partiler üzerinde de işletilmiştir. Bu durum hem Türk hem de Kürt siyaseti açısından belirleyici olmuştur.90’larda Kürt siyasettinin bağımsız olarak şekillenmesi ve yol alması devletti önlem almaya yönlendirmiş. Kürt siyasal hareketine ait partilerin ise “bölücülük” gerekçesiyle, Refah Partisi’nin ‘’irtica’’nedeniyle kapatılması ve ardından daha merkezî bir çizgide konumlanan AKP’nin kurulması; bu politikanın sürekliliğini göstermektedir.
Bu tarihsel süreklilik dikkate alındığında, yaklaşık elli yıldır Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı mücadele yürüten PKK ile gerçekleştirilen barış ve müzakere süreçlerinde de aynı devlet aklı görülmektedir. “Bağımsız Kürdistan” hedefiyle yola çıkan PKK’nin taleplerinin zamanla anayasal haklar düzeyine everilmesinde, koşulların dayatmasının yanı sıra devletin siyaseti dizayn etme mahareti de etkili olmuştur. Bununla birlikte Kürt siyaseti, bu belirlenmiş alanı zorlayan ve yer yer duvarları yırtan bir etki de yaratmıştır hem etkilenmiş hem de Tüek siyasetini etkilemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriye’de ısrarla merkezî bir devlet yapısını savunmasının temel nedeni de kendi merkezî modelinin zedelenmesini istememesidir. İçeride güçlü bir Kürt nüfusun varlığı, sınır ötesinde ortaya çıkabilecek federatif yapıların Türkiye’deki siyasal dizaynı etkileyeceği ve kontrolü zorlaştıracağı kaygısını beslemektedir.
Sonuç olarak Türkiye’de sistem siyasettin sağ merkezde konumlamasını hep arzulamıştır. Bu yönlü bir siyasi dizayn da söz konusu olmuştur. Siyasal sistemin sürekli kriz üretmesinin temel nedenlerinden biri, siyasetin bu dar bir alana hapsedilmesi ve gerçek anlamda siyaset üretme kapasitesinin sınırlandırılmasıdır. Sınırları önceden çizilmiş bir siyaset anlayışı, hak ve özgürlük alanlarını da kaçınılmaz olarak daraltmaktadır. “Söz konusu devletse gerisi teferruattır” söylemi, basit bir retorik söylem olmayıp; devlet aklının özlü bir ifadesidir. Devletin bekası söz konusu olduğunda, hak ve özgürlüklerin ikinci plana itilmesi tarihsel bir süreklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlettin güvenlikle özgürlük çıkmazı burada yatmaktadır.
Devletin güçlü merkezî siyaset arzusu, farklı siyasal eğilimlere sürekli müdahaleyi beraberinde getirmiş ve kurumsal bir devlet aklına dönüşmüştür. Bu aklı küçümsemek değil, doğru okumak gerekir.

