Son zamanlarda müzik piyasasında yeni yeni genç sanatçılar boy göstermeye başladı. Elbette yeni sesler, yeni yorumlar görmek güzel; sanatın taze kalması, nesilden nesile aktarılması hepimizin isteği. Ancak ne yazık ki bu yenilik çabası çoğu zaman özüne ihanet eden bir yola sapıyor. Özellikle Türk halk müziği söz konusu olduğunda, bu durum daha da rahatsız edici bir hâl alıyor.
Bir bakıyorsunuz, yüzyıllardır gönlümüze işlemiş türküler “modernize ediliyor”. Sözleri değişiyor, müziği bambaşka bir forma bürünüyor. Kimi zaman popa, kimi zaman rock’a dönüştürülüyor. Oysa türkü; doğduğu toprağın, yaşandığı acının, dillendirilen sevdanın sesidir. Onu değiştirdiğinizde sadece melodisini değil, ruhunu da kaybediyorsunuz.
Türkü, notasıyla, sözüyle, duygusuyla bir bütündür. Onu eğip bükmek, içindeki hikâyeyi silip yeniden yazmak değildir sanat; aksine, kültürel mirasımıza yapılan bir haksızlıktır. Ya kendi tarzında yeni bir eser üret, ya da ustaların yolundan sapmadan o türküyü olduğu gibi yaşat. Türk halk müziği, deneyselliğe değil, samimiyete yaslanır.
Rahmetli Neşet Ertaş’ı, Muhlis Akarsu’yu, Mahsuni Şerif’i bir düşünelim… Onların her bir türküsü, bir yüreğin, bir dönemin aynasıdır. “Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş’ı dinlerken hissettiğimiz içtenlik, Mahsuni’nin sözlerindeki isyan, Muhlis Akarsu’nun yanık sesi — bunlar kolay kolay taklit edilecek şeyler değil. Bu ustaların türkülerine kendi tarzını katacağım derken özünü bozmak, onlara da dinleyiciye de saygısızlıktır.
Türkü, sadece bir şarkı değildir. Bir kültürdür, bir mirastır. Onu korumak, yaşatmak hepimizin borcudur. Genç sanatçılarımıza tavsiyem: Türküyü “yeniden icat etmeye” çalışmayın; önce onu dinleyin, anlayın, hissedin. Çünkü türkü, ancak gönülden gelen bir sesle anlam bulur. Türkü türküdür; popa da rock’a da benzemez. Türkü, türkü gibi söylenir.