Harun Değer

Tarih: 21.11.2025 19:00

ERZURUM’UN KOKULU MEZARI: KALİLKA’YA SİNEN BİN YILLIK KOKU

Facebook Twitter Linked-in

Erzurum’un ayazında taşın bile bir hikâyesi vardır; kimi zaman bir savaşın izini taşır, kimi zaman bir göçün, kimi zaman da bir günahın… Şehrin en eski efsanelerinden biri ise, tarihin sisleri içinden bugüne ulaşan, kokuyla taşlaşmış bir hikâyedir: Kokulu Mezar. Bu mezarın hikâyesi Erzurum’a değil, çok daha eski bir çağa, Hz. Musa dönemine dayanır. O zamanlar bugün Erzurum dediğimiz şehir Kalilka adıyla anılır; nüfusunun iki yüz bini aştığı, yollarında kervanların eksik olmadığı, dağlarının duman, çarşılarının sesle dolu olduğu söylenir.

 Bugün sessizliğe gömülmüş bazı tepelerin bir zamanlar böyle canlı bir şehrin nefesine ev sahipliği yaptığına inanmak bile insanın içini ürpertir. Rivayete göre Bel’âm bin Bâ’ûr, ilmiyle tanınan, duası kabul olan, kavmi içinde saygıyla anılan biriydi. Ama insanın sınavı bazen ilminin ağırlığını bile aşar. 

Nefsinin sesi, hakikatin sesinden baskın çıktığında, Bel’âm’ın talihi kararmaya başlar. Rivayetlerde, Musa’nın kavmine karşı kalbinde kötü bir eğilim belirdiği, bu eğilimin zamanla bir ihanete dönüştüğü anlatılır. Ve her ihanetin bedeli, önce insanın kendi bedeninde görünürmüş… Bel’âm bir sabah uyandığında, derisinde küçük bir leke fark eder. Ardından bir başka, sonra bir başka… En sonunda, rahmetten uzaklaşmanın bir işareti gibi cüzzam hastalığına yakalanır.

Bu öyle bir hastalıktır ki, insanın yalnız tenini değil, kaderini de çürütür. Bel’âm, hem kendi kavminden hem de Musa’nın kavminden uzağa düşer. Bir tedavi arayışı başlar; işte o arayış, onu bugünkü Erzurum’un kapılarına kadar getirir. Bel’âm, cüzzamdan kurtulmak umuduyla Kalilka’ya gelir. O yıllarda şehrin bazı hekimleri, dağ havasının ve sıcak-soğuk değişimlerinin hastalığı hafifleteceğine inanırmış. Kalilka halkı onu şehrin dışındaki bir tepeye yerleştirir. 

Bugün Eğerlidağ’ın eteklerinde gösterilen yer işte o tepedir. Ama kader, iyileşmek için geldiği bu şehri ona mezar kılar. Bel’âm’ın hastalığı ilerledikçe bedeni kokmaya başlar; öyle bir koku ki rüzgâr bile yönünü değiştirir derler. Ve bir gün, dağın yamacında, kendi yalnızlığına karışmış bir kokunun içinde son nefesini verir. Onu oraya gömerler… Lakin toprağın bile o kokuyu içine çekemediği söylenir. Aradan yüzyıllar geçer. Kalilka yıkılır, Erzurum doğar.

Hacılar, seyyahlar, Türkmen obaları, Osmanlı paşaları… Hepsi gelir geçer ama o mezarın kokusuna dair anlatılar hiç geçmez. Köylüler şöyle der: “Toprağın kokusu mevsim dinlemez… Kışın dondurur, yazın keser ama o mezarın kokusu “Bazı geceler rüzgâr döner, o tepeden şehre hafif bir koku iner… Bin yıllık günahın kokusudur o.” Ve en garip olanı şudur: Kimse mezarın tam yerini bilmez, ama herkes o kokuyu duymuş birinin hikâyesini bilir. Belki koku gerçekten vardır, belki yoktur. Belki dağın kendine özgü bir toprağı kokuyordur, belki de hükmünü kaybetmiş bir insanın hikâyesi, zamanla kokunun kendisine dönüşmüştür.

Ama Erzurum’un insanı bilir ki, bazı kokular burna değil kalbe siner. Bazı mezarlar taşla değil, mesajla yaşar. Bel’âm’ın mezarı da işte böyledir: Bir zamanlar Kalilka’da dolaşan binlerce insanın arasında kaybolmuş bir adamın hikâyesi, bugün dağın yamacında hâlâ fısıltıyla konuşuluyorsa, o koku toprağın değil, insanlığın kokusudur. Hasılı; Erzurum’un kokulu mezarı, bir efsane olmanın ötesinde, zamanın nasıl koktuğunu gösteren bir hatıradır. Bel’âm’ın düşüşü, hastalığı, şehre gelişi, dağın yamacında kokarak ölmesi… Bunların hepsi, şehrin soğuğuna rağmen hiç kaybolmayan bir sıcak ibret bırakmıştır. Belki mezarı bugün kimse bulamaz; belki kokuyu artık kimse duymaz. Ama efsane hâlâ yaşar. Çünkü bazı kokular toprakta değil, insanların hafızasında saklanır. Harun Değer


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —