“Güneş dürülüp karardığında, yıldızlar dökülüp söndüğünde, dağlar sökülüp yürütüldüğünde…” Bu ayetler yalnızca kıyametin tasviri değildir; insanın idrakine yöneltilmiş büyük bir sorudur. Mutlak ZAT’ın bu kâinat üzerindeki sonsuz aksiyonunun bir sonu ve aynı zamanda yeni bir başlangıcı vardır. İşte o eşik: Mahşer. Ardından adaletin mutlak tecellisi: Cennet ve Cehennem. Ey kulağına ezan okunan insan… Ey bir yudum Kevser suyunu bekleyen Muhammedî ruh… Bu zamanın ve bu mekânın tam ortasında, hem manada hem maddede, insanlığa düşen sorumluluk ağırdır. Adalet davası, yalnızca bir slogan değil; derinliği olan, bedel isteyen, idrak gerektiren bir yürüyüştür. Bu davayı anlamak, onu taşımak ve yaşamak zorundayız. Bugün putlar değişti. İsimleri farklı, suretleri başka… Kimi güce tapıyor, kimi paraya, kimi nefsine. Tağutlar hâlâ sahnede; sadece kostümleri yenilendi. İnsan, farkında olmadan şeytanın oyuncağı hâline gelebiliyor. Oysa çağrımız nettir: Sorgulamak, düzeltmek, ayağa kalkmak… Aslanlar yatağından ancak gerçeği gördüğünde kalkar. Kılıcın çatalı, yalnızca elde değil; akılda ve vicdandadır. Asıl mücadele, önce insanın kendi içindedir. Bin yıldır Muhammedî sancak bir emanet gibi elden ele taşınır. O sancak; adalet, merhamet ve hikmettir. Dünyanın kıtalarına nizam vermek iddiası, ancak bu değerlerle mümkündür. Bugün bize düşen; yıkmak değil önce inşa etmek, bağırmak değil anlamak, körü körüne bağlanmak değil hakikati aramaktır. Ve bütün bunlar ancak Allah’ın (cc) izniyle mümkündür. Sonsuz aksiyon hâlâ sürüyor. Soru şu: Biz neresindeyiz?